MILANO VE CINQUE TERRE
KISA BİR KIŞ KAÇAMAĞI
Aralığın ilk günleri için çok önceden almış olduğumuz Milano biletimiz vardı. 4 gecelik kısa bir kaçış olacaktı. Çift olarak büyük şehirlerde uzun süre kalmayı çok sevmediğimiz için Milano şehrine yakın bir yer ekleyelim dedik. Seçimimiz epeydir aklımızda olan “Cinque Terre” bölgesi oldu.
Milano bizim Italya’da gezmediğimiz az sayıdaki şehirlerden biriydi. Nedense hiç denk gelmedi. O yüzden gideceğimiz için ayrı bir heyecan duyuyoruz. Otel araştırmalarımızda Milano otellerinin diğer bölgelere göre daha pahalı olduğunu fark ettik. Hele şehir merkezinde kalmak isterseniz, kesenin ağızını açmak gerekiyor. Neticede iki gece kalacağımız için çok sorun etmiyoruz, yine de Milano uzmanı kardeşimizden Hotel Ibis önerisini alıyoruz. Otel hem fiyat olarak uygun, hem lokasyon olarak ideal. www.accorhotels.com/gb/hotel-0933-ibis-milano-centro/index.shtml Tren garı ve Duomo’nun arasında olduğu için her yere yürüyerek gidiyoruz. Uçağımız Bergamo havalimanına indiği için havaalanı servisi ile tren garına geliyoruz (kişi başı tek yön 5 EUR) oradan da maps.me uygulaması ile 10 dakikalık bir yürüyüşten sonra otele varıyoruz. Otel son dönemlerde sık sık karşımıza çıkan minimal tarzda olan ve o mantıkta işletilen bir otel. Klasik otel servislerinde olan “concierge, bellboy” gibi kavramlar yok artık bu otellerde, bize özellikle kısa keşifler için yeterli.
Milano – sadece Duomo için bile gidilir
Hemen atıyoruz kendimizi yollara. Yaklaşık 15 dakikalik bir yürüyüşün ardından şehir merkezine geliyoruz. Merkez tabii ki Duomo’nun, yani katedralin olduğu meydan. Duomo’yu detaylı gezmek istediğimiz için sadece biletlerimizi alıp ertesi sabah için programımıza alıyoruz. Hemen Duomo’nun karşısındaki Galleria Vittorio Emanuele II geçiyoruz. Burası Milano ’nun en eski alışveriş merkezi. Arkad’ların içindeki galerilerde noel hazırlıklarına başlanmış bile, tam merkezde devasa bir Swarowski Noel ağacı ışıldıyor. Vitrinlere baka baka tekrar meydana çıkıyoruz ve hemen köşedeki Bar Duomo’dan ayakta espressolarımızı yudumluyoruz. Italya’da eğer gerçek Italyanlar gibi hareket etmek istiyorsanız mutlaka tektekçi Espresso Bar’larda ayakta bir espressonusu atıp yolunuza devam edeceksiniz. Bu tarz içilen kahve mekanına göre 1 EUR ve 1,60 EUR arasında değişiyor. Ama oturmaya kalktığınızda aynı içecek için 3 Eur’dan başlayan fiyatlar ile karşılacağınızı bilin.
Sabah çok erken kalktık – maalesef Izmir’den kış aylarında direkt uçuş olmadığı için mecburen öldürücü Istanbul aktarmalarına katlanmak zorundayız – öğlen de yemek yemedik, saat 17.00 oldu ve acıktık. Notlarımız arasında yer alan Papermoon Milano’da pizza yemek niyetindeyiz. Lakin restaurant 19:30 da açılıyor. Zaten yorgun ve açız, diyoruz ki dolaşarak otele dönelim ve yolda neresi denk gelirse orada ufak birşeyler atıştıralım. Breare semtin içinden geçiyoruz ve bu arada açık bir restaurant arıyoruz – nafile. Her yer 19:00 – 19:30 arasında açılmak üzere kapalı. Sonunda ilk açık bulduğumuz Pandenus isimli bir mekana giriyoruz. Mekan esasında bir fırın olarak yola başlamış ve bugünlerde 4 şubesi ile Milano’da hizmet veriyor. Ayaküstü ufak birer pizza yiyip yanında da şarap içip erkenden otele dönüyoruz.
Milano’yu bir günde keşfetmek
Sabah her zamanki gibi erkenden kalkıyoruz ve hemen yollara atıyoruz kendimizi. Şehir yavaş yavaş uyanıyor, insanlar işe gitmeye başlamış, cafeler açılış hazırlıklarında. Bizde gözümüze hoş gelen ilk cafeye girip barda diğer Italyanlar ile birlikte espresso doppio ve cornettilerimiz ile usulüne uygun bir Italyan kahvaltısı yapıyoruz.
Scala operasının önünden geçip tekrar Duomo meydanına geliyoruz. Scala Tiyatrosu dünyanın en önemli opera binalarından biri. 18. Yüzyılda inşaa edilen bu binada gösteriler için bilet bulmak sorun değil. Lakin opera biletlerin ortalama fiyatları 300 Euro civarında olduğu için biz gezi programına almıyoruz.
Tam adı Duomo die Santa Maria Nascente’nin ilk temel taşları 1388 yılında atılmış ve 1965 yılına kadar inşaatı devam etmiş. Çok fazla mimar ve yapı ustası zaman içinde çalışmalarda bulunduğu için tek bir kişinin ismi geçmiyor kayıtlarda. Gotik tarzda bir yapı. Çok kilise ve katedral gördük ama Milano’nun Duomo’su gerçekten çok etkileyici. Vatikan’daki St. Peter Katedralinden ve Sevilla Katedralinden sonra dünyanın üçüncü büyük kilisesi.
Cephesi 19. Yüzyılda Napolyon döneminde şu anki görüntüsüne kavuştu ve barok ve neogotik tarzdadır. Napolyon 1805 yılında “Italya kralı” ünvanını alacağı taç giyme törenini burada yaptı. Katedralin önündeki meydan 1865-1873 arasında tamamlandı ve Duomo’nın esas heybeti bu ihtişamlı meydan ile ortaya çıkmıştır.
Kilisenin ziyaretçisi için en ilgi çekici bölüm kuşkusuz çatısı. Ayrı bir giriş ücretiyle tabii, ama kesinlikle değiyor. Biz sportif takılalım diye Duomo Pass B aldık, yani çatıya çıkışı merdiven ile yaptık ve bunun için toplam kişi başı 12 EUR ödedik. Asansör ile çıkalım diyorsanız 4 EUR fark verip Duomo Pass A alacaksınız. Biz Aralık başında gittiğimiz için hiçbir yerde kuyruk veya kalabalık yoktu. Yaz aylarında bunun kesinlikle farklı olacağını düşünüyorum.
Detaylı ve keyifli bir gezinin ardından üşüdüğümüz için kendimizi hemen yakındaki bir cafeye atıyoruz. Bugün Milano’ya yerleşen ve artık oranın muhtarı sayılan arkadaşımız ile buluşacağız. Bizi kolumuzdan tuttuğu gibi Milano’nun önemli tarihi ve turistik yerlerine götürüyor.
İlk girdiğimiz sokağın içindeki ufak bir dükkanın önünde felakat bir kuyruk görüyoruz. Bu nedir derken Milano’nun en meşhur Panzerotti dükkanın önünden geçtiğimizi öğreniyoruz: Luini http://www.luini.it/ 1888’den beri aynı yerde Panzerotti yapıyor. Şu Panzerotti nedir derseniz: bir nevi pişi – yani kızarmış hamur. İçi zevke ve keyfe göre malzeme ile dolduruluyor. Biz tatmadık, neticede Alaçatı’da zaten pişinin içindeyiz ve çok tercih ettiğimiz bir yiyecek değil. Ama görüntü çok iyi ve ayaküstü atıştırmalık olarak bence kesinlikle denenebilir.
Yolumuzu yine Brera semtin içinde geçiyor: Palazzo Brera’nın avlusuna hayran kalıyoruz. Sforzesco Castle’ın içindeki parka gitmeden önce Milano merkezdeki Vespa mağazasının barında birer espresso daha “atıyoruz”. Park turumuzdan sonra Arco della Pace’de arkadaşımız drive&go’dan aracını alıyor ve bizi öğleden sonrasını geçireceğimiz Navigli bölgesine bırakıyor. Navigli içinden geçen kanaldan adını almış Milano’nın trendi yükselen yeni bohem semtlerinden biri. Özellikle yaz aylarında gün batımında kanalın sağına ve soluna sıralanan bar ve cafeler turistlerin yeni gözde akşam mekanları olmuş. Saatler öğleni çoktan geçmiş. Bizde acıktık. Artık tecrübeli olduğumuz için listemizde yer alan yerlere odaklanmayıp açık olan neresi varsa oraya girelim diyoruz. Zira saat 15:00 olmuş bile. Şansımıza hemen karşımıza ufak ve samimi bir Italyan Osteria’sı çıkıyor. O kadar açız ki, ne ismini not ediyoruz, ne bir fotoğraf çekiyoruz. 2 tane nefis makarna yanında bir şişe şarap, koyu ve hoş bir sohbetin ardından çok görmek istediğimiz bir başka başyapıta gidiyoruz.
Santa Maria della Grazie Leonardo da Vinci’nin “Son Akşam Yemeği” isimli eserini barındıran, oldukça mütevazi bir şapel. 1494 – 1497 yılları arasında şapelin refektoryumuna, yani yemek salonunun duvarına yağlı boya ile Hazreti Isa’nın oniki havaresi ile son akşam yemeği resmedilmiş. 520 senedir orada!
Eser dış etkenlere karşı hassas olduğu için en fazla 30’ar kişilik gruplar halinde 15 dakikalığına gezilebiliyor. Fotoğraf çekimi tamamen yasak. Mutlaka önceden online rezervasyon yapılması gerekiyor: https://www.turismo.milano.it
Genova, Portofino ve Cinque Terre
Sabah erken saatte daha önce internet üzerinden Sixt’den kiraladığımız aracı almak üzere tren garına doğru gidiyoruz. Yolda Italyan işi kahvaltımızı yapmayı ihmal etmeden: espresso doppio ve cornetti.
Kısa bir formaliteden sonra aracımızı teslim alıp güneye doğru yola çıkıyoruz. Hedefimiz Cinque Terre bölgesi, yolda ise Genova ve Portofino’yu da görmek istiyoruz. Vakit kaybetmek istemediğimizden Genova’ya kadar otoyolu tercih ediyoruz. Genova kelimenin tam anlamı ile bir liman kenti, karmaşık bir sosyo kültürel yapısı olduğu çok belli. Limana yakın olan bölgeler pis ve viran. Eski şehre yöneliyoruz ve Genova’nın Avrupa’nın en büyük birbirine bağlı eski şehre sahip olduğunu öğreniyoruz. Tam bir sokak labirenti ile karşılaşıyoruz, bazı sokaklar ancak bir kişinin sığacağı darlıkta. Düşündüğümüzden daha uzun süreli ve detaylı geziyoruz, yemek için vakit kalmıyor, yola devam etmek istiyoruz.
Çok keyfli bir sahil yolundan 35 km uzaklıktaki Portofino’ya geldiğimizde tahminlerimizin üstünde bir güzellikteki sahil kasabası bizi karşılıyor.
Zamanında garibanların balıkçı köyü şimdi ise sosyetenin yazlık mekanı. Doğal koruma alanı olan çam ormanlar ile çevrili minik koyda Portofino’ya gelen her turist gibi bizde “I found my love in Portofino” şarkısını mıraldanıyoruz. Kısa bir geziden sonra meydandaki sanat dükkanından el yapımı magnetimizi alıp yola devam ediyoruz.
Cinque Terre bölgesine yakın bir yerde bir otel bulup ertesi gün detaylı bölgeyi gezmek niyetindeyiz. Acıktığımız için yol üstü lezzet durağı ararken “Il Delphino” isimli bir pizzacıyı buluyoruz. 3 masalı küçük bir işletme, yabancı dil sıfır – iletişim 10 numara. Damak çatlatan 2 pizza yiyip üstüne bir de kısa bir pizza yapım dersi alıyoruz. Sahibi çok samimi, güleryüzlü ve eli çok lezzetli. Kendine ait web sitesi olmadığı için “pizzeria il delfino santa margherita ligure” olarak google’a yazdığınızda sizi doğru adrese yönlendirecektir.
Cinque Terre gezisi için ideal bir çıkış noktası olan Chiavari’de kalmaya karar veriyoruz. Cinque Terre Italya’nın Ligurya bölgesinde yer alan, beş köy veya beş toprak anlamına gelen yaklaşık 9 km’lik bir kıyı şeridi. 1997’den beri Unesco Dünya Kültür Miras listesinde yer alan bu bölgeye ismini veren beş köy Monterosso, Vernazza, Corniglia, Manarola und Riomaggiore. Bu beş köyün beşi de birbirinden farklı ve hepsi ayrı güzel. Şansımıza yazdan kalma bir gün. İlk önce Riomaggiore köyüne gidiyoruz, niyetimiz tek tek araba ile köylere uğrayıp en son otele dönmek. Riomaggiore’de özel Cinque Terre enformasyon ofisi var. Hemen girip ek bilgi ve harita alalım istiyoruz ve öğreniyoruz ki araba ile gitmek gerçek bir ahmaklık. Zira bu beş köyü birbirine bağlayan tren var. En uç köye tren ile 12 dakikada gidiyoruz, halbuki araba ile gitmek isteseniz bir sonraki köy için 1,5 saat hesaplamak gerekiyormuş. Biz de aracımızı köyün girişindeki katlı otoparka bırakıp tren saatine kadar hem köyü dolaşıyoruz, hem de tek açık olan cafede espressolarımızı yudumluyoruz. Köy gerçekten rengarenk boyanmış dış cepheleri, dik yürüme yolları ve daracık sokakları ile pitoresk bir görüntü veriyor.
Monterosso’ya gitmek üzere Tren garına geliyoruz, çok az kişi var, sanırım sezonda bu durum çok farklı. Gerçekten 15 dakikaya kalmadan tren ile diğer uçtaki beşinci köye varıyoruz. Monterosso, daha farklı bir görüntüye sahip. Daha geniş bir alana yayılmış, güzel bir plajı var. Hava o kadar güzel ki spontane olarak bir sonraki köy olan Vernazza’ya yürümeye karar veriyoruz. Cinque Terre keyifli yürüyüş rotaları ile de meşhur. Öyle ki köylerin arasındaki yürüyüş yolları sezonda giriş ücretine tabii. Yaklaşık 2 saat bağların ve ormanlık alanın arasında devam eden güzel ve terleten bir trekkingden sonra Vernazza’ya varıyoruz. Vernazza’dan tren ile bir sonraki köye gidelim derken bir dükkanın önündeki kalabalık dikkatimizi çekiyor. “Gelateria Vernazza”’da bölgenin en iyi dondurmalarından birini yiyoruz. Şimdi tren istasyonu bir hayli kalabalık. Bir vagona atlayıp kalan diğer köyleri de hızlıca gezdikten sonra arabamızın bulunduğu Riomaggiore’ye dönüyoruz.
Akşam Chiavari’deki lokal bir pizzacıda yine nefis bir pizza yedikten sonra sabah erken yola çıkacağımız için erkenden odaya çekiliyoruz. Tabii yürüyüş sırasında aldığımızın oksijenin etkisi yok değil. :))
Chiavari’deki kahvaltıcımız olan “San Marco” da artık sabah rituelimiz olan espresso ve cornettilerimiz ile kahvaltımızı yaptıktan sonra dönüş yoluna koyuluyoruz.